29 Şubat 2012 Çarşamba

Ulu Hakan II. Abdulhamit Han

0 yorum

II.Abdulhamit Han

Bir Osmanlı sultanına reva görülen bu muameleye katkı sağlayan Sultan Abdülhamid’i tahtan uzaklaştıranların çoğunluğu Âlim, Paşa,Yazar …
Tarihçi Yılmaz Öztuna 23 Mayıs 2006 tarihli makalesinde şöyle yazmış:
“31 Mart 1909 ayaklanması, BIS (British Intelligence Servis) tarafından tertiplenmiş, imparatorluk politikasında henüz çok toy olan İttihatçılar’a icra ettirilmiş, iğrenç bir eylemdir. Hedef, Sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmekti. Maksat hâsıl oldu.”
Meşhur Dr. Rıza Nur Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan; hatta hatıralarında Sultan Abdülhamid aleyhine yer yer ağır


Dr. Rıza Nur

ifadeler var. Buna rağmen Cumhuriyet dönemini anlatırken şunları yazmaktan kendini alamamış:
“Hürriyet imha edildi. Yeni bir zulüm ve istibdad dönemi başladı. Bu zulüm ve istibdad Abdülhamid’inkinden de İttihadçılarınkinden de dehşetli oldu. Zavallı Hamid kaç kişiyi asmıştı. Hiç… Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalıştı idi. Bu devre bakınca insan Abdülhamid aleyhine kıyam ettiğine utanıyor.”(1)
“İttihadçıların halini görünce Abdülhamid aleyhine çalıştığıma utanmış, ne büyük günah işlemişim demiştim. Bunu görünce Abdülhamid’e de İttihadçılara da rahmet okuyor, aleyhlerine çalışmakla ettiğim günahların affını ALLAH’dan diliyorum.” (2)
Rıza Tevfik de Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan; hatta kendi ifadesiyle, 31 Mart komplosunu tertipleyenlerden biri. Seneler sonra Sultan Abdülhamid’den “özür dileyen” bir şiir yazmış.
Necip Fazıl Kısakürek bu şiiri 1947′de Büyük Doğu’da yayınladığı için bir süre hapis yatmış. Rıza Tevfik’in hastane yatağında şunları söylediği naklediliyor:



Mason Teyfik Rıza

“Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyla aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi




Mason Selim Sırrı Tarcan

teşhir ve Abdülhamid Han’a edilen iftiraları tespit gayesiyle yazdım. 31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın.”(3)
Sultan İkinci Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösterenlerin elebaşçılarından biri olan feylâsof Rıza Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile getiren, “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” adlı mersiyesinde şöyle feryad eder:

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.
Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftara atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına.
“Pâdişah hem zâlim, hem deli” dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz “beli” dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler secde ettiler.
Tükürün onların pis külâhına.
Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lanetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstahına.
Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.
Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyanet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh’ına.
Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.
(Sultan AbulHamid Hân’a ithafen-Rıza Tevfik Bölükbaşı )
Vaktiyle İttihat ve Terakki fırkasının içinde Abdülhamid Han’a düşmanlık eden Süleyman Nazif’de pişmanlığını aşağıdaki şiiri ile dile getirmiş.
“Padişahım gelmemişken yada biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdada biz.
Dem-bedem coşmakta fakr u ihtiyaç,
Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.
Memleket matemde, öksüz taht u taç,
Hasret olduk eski istibdada biz.”
Tevfik Fikret
Ayrıca Sultan İkinci Abdülhamid Han 1905 yılının Temmuz ayında Ermeni komitacıların kendisine düzenlediği bir suikast girişiminden 1 dakika 42 saniyelik bir gecikmeyle kurtulmuştu. Şair Tevfik Fikret ise bunun üzerine Ermeni komitacılara olan sitemini ve Padişah’a olan kinini şu dörtlükle ifade etmişti;
“Ey şanlı avcı, damını bi Hüda kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın.
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sukun
Bir hayır olurdu, misli asırlara geçmemiş.”
Daha sonra Tevfik Fikret ise pişmanlığını İttihat ve Terakki düşmanlığı ile gösteriyor ve çok meşhur olan “Yiyin efendiler yiyin aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyin” şiirini kaleme alıyor.

Ali Haydar Efendi Hazretleri (K.S)
Ali Haydar Efendi hazretleri anlatıyor:
“Sultan Abdülhamid’i din düşmanları bize bile kötü tanıttılar, sonra anladık ki kerametleri olan büyük bir veli imiş. Osmanlı, İslam’a çok büyük hizmetlerde bulundu. Hele Sultan Abdülhamid olmasa ehl-i sünnet eserleri ortadan kalkmaya mahkûm olurdu. Onun gayreti, siyaseti ve himmeti sayesinde ileriki nesillere sahih kaynaklar ulaşabildi.
Bir kere beni huzuruna kabul etti. Sultanlar perde arkasından konuşurlardı. Beni kendisine çok yaklaştırdı, birden perdeyi kaldırınca burun buruna geldik. O zaman bana:
-Ali Haydar efendi! Etrafımda senin gibi taviz vermeyen âlimler olsaydı bu Devlet-i Aliyye bu hale gelmezdi, dedi.
ALLAHu teala ona yüksek dereceler ihsan eylesin”.(4)
Sultan’a karşı çok ağır laflar edenlerden birisi de İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy. Safahat kitabında şuan aklımda kalan çeşitli hakaretler mevcut. Bir kaç örnek verelim;
*Ah efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi (s. 422)
*İstibdat isimli şiirinde:
“Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e”
*Ortalık şöyle fena böyle müzebzep işler
Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer (s. 402)
*Çoktan beridir vardı benim bir derdim
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim
Kafes ardında hanımlar gibi Saikliydi Hamid
Âl-i Osmandan bu korkaklık edilmezdi ümid (s. 415)
Mehmet Akif Ersoy
Safahat incelenirse bunlara ilaveten “Korkak, baykuş, merkep, hayvan, zalim, mel’un, kızıl kâfir” gibi ağır hakaretler görülecektir.
Evet, Mehmet Akif”in II. Abdülhamit’i baykuş’a benzettiği doğrudur. Bu zamanlarda herkesin düştüğü hataya Mehmet Akif’te Düşmüştür. Ama Safahat’ın son bölümlerinden alınan bu beyitler Mehmet Akif’in pişmanlığını anlatmaktadır.
Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
Nasılda kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş;
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!
Ayrıca Akif’in Mısır’dayken, saygı duyduğu yakın dostlarından Yozgatlı Mehmet Efendi’ye söylediği şu sözler hastalandığı yıllarda II. Abdülhamid hakkındaki görüşünü değiştirmiş olduğuna bir delil olarak kabul edilebilir. “ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II. Abdülhamid’e karşı itizar (özür dileme) ve itiraflarım olacak.”
Aktaran; Şemsettin Şeker.

SENİN KABUL ETMEDİĞİNİ BİZ DE ETMİYORUZ!

Mehmet Akif her sabah erkenden gittiği Ayasofya’da birinin sürekli gözyaşı döküp ağladığına şahit olunca dayanamaz bir gün artık bunca gözyaşının sebebini, bilmediği bu insandan sorar.
Adam anlatmak istemese de Akif’in ısrarı üzerine nihayet gözyaşlarını silerek başlar meselenin iç yüzünü ifade etmeye…
—Ben der, 2. Abdülhamit Han’ın ordusunda binbaşı idim. Babamın vefat etmesi üzerine istifa edip miras kalan servetin başına geçmek istedim. İlgili merciler istifamı kabul etmeyince nihayet Sultan Abdülhamit Han’a gönderdim. O da kabul etmedi. Bu defa bizzat huzura çıkıp isteğimi anlattım.
—Babam vefat etmiştir. Bana kalan mirasın başına geçip şahsi işlerime bakmak istiyorum. Beni ordudaki görevimden affedin!
Belli ki Sultan razı değildi istifama. Ama ben üsteledim. Israrımı anlayınca dayanamadı, elinin tersi ile :
—Var git ne halin varsa gör! der gibi bir tavır takındı.
Ben de ordunun o sıkıntılı devresinde, tam ihtiyacın bulunduğu hengâmede kumanda ettiğim taburumu bırakıp evime döndüm.
Ne olduysa işte o gece oldu. Bir müddet uyuduktan sonra gördüğüm rüya bana bu gözyaşlarını hala döktürmektedir.
—Nasıl bir rüya gördünüz? Anlatın lütfen.
—Rüyamda Resûlüllah Aleyhisselam (s.a.v) orduyu teftiş ediyordu. Yanında Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.), Hz.Ali (r.a.) efendilerimiz vardı. Onlardan sonra ise Sultan Abdülhamit Han duruyordu.
Resûlüllah Aleyhisselamın önünden geçen askerler gayet derli toplu intizam içinde geçerken benim taburum göründü. Ne yazık ki onların başında kumandanları yani ben yoktum. Bu yüzden disiplinsiz ve intizamsız geçiyorlardı. Bu durumu gören Efendimiz (s.a.v) geriye dönüp Abdülhamit Han’a sordu:
—Bu taburun durumu nedir böyle? Neden derli toplu değiller. Kumandanları yok mu?
Abdülhamit Han, teessür içinde cevap verdi:
—Bu taburun komutanı ısrarla istifasını istedi. Kabul etmedim, yine istedi. Ben de kabule mecbur oldum. Bu yüzden kumandansız, başıboş kaldılar.
İşte bu cevaptan sonra Efendimiz (s.a.v)’in yüzünde bir üzüntü ifadesi gördüm. O da mübarek elinin tersiyle yukarıya doğru işaret ederek buyurdu ki:
—Öyle ise biz de onun istifasını kabul ettik, gitsin gittiği yere kadar! Sabahları Ayasofya’da sürekli gözyaşı döktüğünü gördüğü meçhul adamın bu durumunu dinleyen Mehmet Akif’te bir hayli üzülür. Müstafi komutan ise ağlamaya devam ederken pişmanlığını tekrar eder:
—Keşke babamdan kalan miras büsbütün yok olsaydı da ben hizmetimin başından ayrılmasaydım, bana düşen hizmeti ifa etmekte cimrilik göstermeseydim. Şimdi para da kazansam, mal mülk sahibi de olsam bana huzur vermiyor, rahat edemiyorum.
Vicdan Azabının Ağırlığı
Prof. Dr. A, Ragıp Akyavaş’ın ”Tarih Mahşeri” kitabının birinci cildinden şu önemli iktibası da yapıp bahsimize devam edelim:
Sultan Abdülhamid Han hakkında malûm fetvayı hazırlayanlar içinde tefsir sahibi Elmalılı Küçük Hamdi Efendi, hadiseden uzun bir müddet bulunduğum bir sohbet meclisinde: ”Hayatımda bu kadar ağır bir vicdan azabı çekmedim. Başıma ne geldiyse bunun manevî sillesidir. Gençlik saikasıyla bir iştir işledim. ALLAH beni affetsin!” diye üzülerek bahsetmişti.
Pek çok kişinin yanıldığı ve yanıldıklarını itiraf ettiği bir kişi olmuştur Abdülhamid Han.
Enver Paşa’nın son pişmanlığı: En büyük hatamız, Abdülhamid’i anlayamamaktır!
Enver Paşa pişmanlığını Mersinli Cemal Paşa’ya şöyle ifade eder : “Paşam , bütün ef’alimin(eylerimin) hesabını vermeye hazırım. Biz Turan yapmak istedik , viran olduk. Bizim asıl mes’uliyetimiz , Sultan Hamid’i anlamamak ve Siyonizme alet olmaklığımızdır. Acıdır, fakat hakikiat bu ”
Enver Paşa’nın yurt dışına çıkışından bir gün önce söylediği bu ibretâmiz sözleri, görüşme sırasında Enver Paşa’nın yaveri Mersinli Cemal Paşa’nın yaveri olarak hazır bulunan Cevat Rifat Atilhan aktarmaktadır.(5)
Başta Sultan Abdülhamid’in idaresinin yanlış olduğunu düşünen (1.Said Dönemi) Bediüzzaman Said Nursi Tek partili döneminin sıkıntılarını ve istibadını gördükten sonra bir keresinde Bediüzzaman Abdülhamid hakkında şunları söyler : ” Keçeli Said , sen şefkatli bir padişaha müstebit diye itiraz etmiştin.Onun cezası olarak şu dehşetli istibdadın cezasını çek bakalım ”
Bediüzzaman’ın Abdülhamid hakkındaki hükmü şöyledir : ” Sultan Abdülhamid ,velidir.Her sabah “Ya RABBİ , sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye’den razı ol” diye dualarımda yad ederim.”
İttihad ve Terakki merkez-i umumîsi azalarından Fatin Gökmen’in aktardığına göre; Sultan Abdülhamid’in hıyanetine ilişkin bir vesika bulmak amacıyla Hâfız İsmail Hakkı Paşa ile birlikte hazine-i hassa’nın tüm evraklarını ve hesaplarını tetkike memur edilirler. Üç aylık tetkikleri sırasında; Bulgar Kralı’ndan gelen bir telgraf bulurlar. Kralın gönderdiği telgraf metni şöyledir:
“Edirne’yi bana verirseniz ben Hareket Ordusu’nu dağıtırım ve saltanatınız tehlikeden masun kalır.”
Sultan Abdülhamid ise telgrafında şu karşılığı verir:
“Ben ne saltanatım ne de hanedanım için Müslüman askerlerinin üzerine bir Hıristiyan ordusunun taarruzunu asla istemem.”
Bunları anlatırken gözleri yaşaran Fatin Gökmen: “Biz bu telgrafı bulunca hayretten donakaldık. Ve o zaman kanaat getirdik ki merhum Sultan Hamid’e isnat olunan kötülüklerin hepsi yalan ve iftiradır…”(6)
Yarım asır önce söylenmiş bir sözü aktarayım; “Bu millet Sultan Abdülmecid Han’a yapılan eziyetlerin cezasını çekiyor daha Sultan Abdülhamid Han’a sıra gelmedi”
Belki de sıra geldi…
Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan fâciaların îkâzıyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir.
Bir Osmanlı sultanına reva görülen bu muameleye katkı sağlayan Sultan Abdülhamid’i tahtan uzaklaştıranların çoğunluğu Âlim, Paşa, Yazar ve Milliyetçiler pişman olmuşlar ama son pişmanlık fayda verir mi bilemiyoruz iş işten geçmiştir.
Bu memleketin gerçek sahibi
1955′de Türkiye Büyük Millet Meclisinde, basın kanunu hakkında şiddetli tartışmalar yapılıyordu. Bir yaz günü Ankara’da Prof. Osman Turan ile Özen Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Bir masa ötede Hamdullah Suphi Tanrıöver’in sesini duyan Osman Turan, ona doğru bakınca bizi masasına çağırdı. Gittik. Şuradan buradan konuşulurken söz basın kanunu üzerindeki sert tartışmalara geldi.
O sıralarda mahut gazetelerden birisi, kendi düşüncesine ters düştüğü halde, Sultan Abdülhamid Han lehinde tefrika yayınlıyordu. Söz buraya gelince Hamdullah Suphi Tanriöver’e :
“Beyefendi! Sultan Abdülhamid birinci Osmanlı Mebusan Meclisini kapamamış olsaydı, şimdiye kadar demokraside bir hayli mesafe almış ve bugünkü sert tartışmalara da yer kalmamış olacaktı.” dedim.
Hamdullah Suphi Tanrıöver büyük bir kızgınlıkla sandalyesinden kalkıp oturduktan sonra :
“Sen ? Birinci Osmanlı Mebusan Meclisi’ni bilir misin?” dedi.
Yaşımın bunu bilmeme imkân vermediğini söyleyince :
“Tarih kitaplarında resmini görmedin mi?”
“Gördüm.”
“Hani (eliyle tarif ederek) lahana başlı hocalar ve yanlarında dal fesli (sadece fes sarıksız demek) kişilerin resmini gördün mü?”
“Evet, gördüm.”
“İşte, o lahana başlı hocalar bu memleketin gerçek sahibinin temsilcisi idiler. Fakat bunlar medresenin yetiştirdiği, günün gidişinden, politikanın gerçek yüzünden, Hıristiyan mebusların kötü niyetlerinden habersizdiler. Dal fesliler de Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Durzi, Nasturi ve diğer milletlerin temsilcileri idiler. Bunlar Avrupa’da okumuş, politikanın bütün inceliklerini bilen; devleti içinden yıkmak isteyen hainlerdi. Bu şeytanlar o saf ve temiz hocaları çabucak kandırıp arkalarına kattılar. Memleket çıkarına ters düşen, devleti içinden çökertecek hareketlere giriştiler. Eğer Sultan Abdülhamid Birinci Mebusan Meclisini dağıtmamış olsaydı, İmparatorluk daha o günden dağılmış olacaktı. Buna göre sen ne dersin, İmparatorluk mu çökmeliydi, yoksa Mebusan Meclisi mi dağılmalıydı ?” dedi.
“Şüphesiz meclisin dağılması daha iyidir.” dedim.
“Öyle ise, Sultan Abdülhamid de senin dediğini yaptı. Meclis’i dağıtarak İmparatorluğu otuz üç sene daha yaşatmayı başardı.” dedi.
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bu sözleri kafamı allak bullak etmiş, çocukluğumda yaşlı halkın söylediklerine hak kazandırmış oluyordu. İsyan edercesine:
“Beyefendi! Öyle ise neden başında bulunduğunuz Maarif Vekilliği Sultan Abdülhamid’i bize kötü tanıttı ?”
Güldü. Derin nefes aldı. Eliyle havada bir çizgi yaptıktan sonra:
“Bir inkilap yapılmış, saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmişti. Politika gereği saltanat ve sultanları kötülemek lazımdı. Biz de öyle yaptık.” dedi.(7)
***
Kendisi tek partili hükümetin Maarif Vekilliği’ni yaptığı yıllarda yabancı bir heyete Süleymaniye Camii’ni gezdirir, sonra misafirler Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesin de ziyaret etmek ister. Fakat ülkedeki bütün türbeler 30.11.1925 tarih ve 677 sayılı kanunla kapatıldığı için Hamdullah Suphi, bu yabancı misafirlere kaçamak cevaplar verir, ama sonunda gerçeği itiraf eder:
“Bir müddet mazi ile alakamızı kesmek istedik. Onun için türbeleri kapattık.”
Bu sıra dışı ifşaata çok şaşıran yabancı misafirler tepkilerini ortaya koymaktan ve Hamdullah Suphi’yi yerin dibine batırmaktan geri durmazlar:
“Tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esatir ve efsane uydurarak kendilerini tatmin ederler. Sizin ise büyük bir tarihiniz var. Bu tarihi yapanların türbelerini nasıl kapatıyorsunuz?”
Hamdullah Suphi bu cevaptan sonra adeta yerle bir olmuş, hakikati yeniden tanımıştır.(8)
Kaynaklar:
1- Bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967. (c.4,s.1503)
2- a.e.g (c.4, s.1513)
3- Bkz. Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 15. Baskı (1992); s.140.
4- (Kasr-ı Arifan Dergisi – Kasım 2009 – Sh. 6)
5- Bkz. Cevat Rifat Atilhan, “Abdülhamid ve Siyonizm”, Sebilürreşad, Sayı: 21, Kasım 1948, s 333.
6- İbrahim Arvas, “Tarihî Hakikatler”, Ankara 1964, s. 10.
7- (Abdülhamid Han’ın Muhtıraları, Oymak Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, Sayfa: 7–8–9–10)
8- (Hamdullah Suphi ve Anıları, İstanbul, 1968, Sayfa: 174)


Alıntı: itibarhaber.com
Devamı...

Siyonist Katil İsrailin Vahşet Tarihi

0 yorum
SİYONİST KATİL İSRAİL’İN KATLİAMLARLA  DOLU TARİHİ:


II. Dünya Savaşı’nın ABD ve müttefiklerin zaferiyle bitmesiyle Filistin sorunu BM’ye taşındı. Kasım 1947′de Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul ederken Araplar reddetti ve İsrail-Filistin Savaşı başladı. 14 Mayıs 1948’de BM paylaşım planı uyarınca David Ben-Gurion tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi. 24 saat sonra, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları saldırıya geçerek İsrail topraklarına girdiler. Kuruluşu bu kadar netameli bir devlet olan İsrail, ilk kez Türklere saldırdı ancak tarihinde birçok katliam var.


 
Yıl 1946. İsrail örgütü Irgun’un 22 Temmuz tarihinde Kral Davud Oteli’ne düzenlediği saldırıda, aralarında İngilizler, Araplar ve Yahudilerin bulunduğu 96 kişi hayatını kaybetti. Aynı örgütün 1948 yılında Deir Yasin Köyü’ndeki katliamında ise 254 Filistinli can verdi.
 
 
İsrail ordusu 29 Ekim 1948′de Safsaf köyüne girdiğinde bilanço 70 ölüydü. Aynı gün El-Halil’deki Davayima Köyü’nde ise aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu 80 Filistinli öldürüldü.

 
Batı Şeria’daki Kibya Köyü’ne 1953 yılında baskın yapıldı. 67 kişinin yaşamını yitirdiği baskının lideri Ariel Şaron’du.

 
Mısır’ı işgal etmeye hazırlanan İsrail ordusu, Kufr Kasem isimli köyde katliam yaptı. 1956′daki saldırıda ölen 49 kişinin arasında kadınlar ve çocuklar da vardı.

 
Yıl yine 1956. Samu köyüne giren İsrail askerleri 18 Filistinli’yi vurdu, köy yerle bir oldu. 1968 yılında ise İsrail uçakları 15’ten fazla Filistin köyüne havadan napalm bombası yağdırdı. Resmi rakamlarla 56 kişi feci şekilde can verdi. İrbid şehrindeki bombardımında ise ölü sayısı 30′du. 12 Şubat 1970 tarihinde Mısır sınırında bir fabrikayı İsrail uçakları vurdu, 70 işçi hayatını kaybetti.

 
Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırının bir benzeri 1967 yılında yaşanmıştı. İsrail ve Araplar arasındaki 6 Gün Savaşları sürerken, tarafsızlığını ilan eden ABD bölgeyi izlemek için USS Liberty gemisini Doğu Akdeniz’e gönderdi. Hafif silahlarla donatılan ABD gemisinin içinde askerler ve siviller vardı, gemide rahatlıkla görülebilecek büyük bir bayrak da vardı. İsrail savaş uçaklarının öğle saatlerinde saldırısı başladı, makineli tüfek ve roketle başlayan saldırı napalm bombasıyla sürdü. Gemide en yetkili isimlerin de olduğu askeri ve sivil mürettabat öldürüldü.
 

 
 
ABD askerleri uçak gemisinden yardım istedi, iki F-4 nükleer silahlarla havalandı. Ancak uçakların kalkış haberi Pentagon’a ulaştığında Savunma Bakanı McNamara küplere bindi ve derhal uçakların geri dönmesi emrini verdi. USS Liberty, 2,5 saat boyunca İsrail saldırısı altında kaldı. Ölü sayısı 34, yaralı sayısı 177′ydi. İsrail saldırının bir kaza olduğunu açıkladı! Aradan geçen 43 yıla rağmen onca ABD Başkanı bu saldırının hesabını soramadı.

İsrail hava kuvvetleri, 19 Şubat 1973′te Libya Havayolları’na ait bir uçağı düşürdü. 107 yolcu ve mürettabat ne olduğunu anlayamadan can verdi. Yine İsrail uçakları 1970 yılında Mısır’daki Sha’a eyaletinde bir okulu bombaladı, 46 çocuk öldü. 1971′de Suriye’deki bombardımanda ise en az 200 kişi yaşamını yitirdi.
 
 
1982′de İsrail, daha sonra birçok kez yapacağı gibi Lübnan’a girdi ve Ariel Şaron’un komutanlığında Hristiyan Falanjistler tarihin en büyük katliamlarından birini yaptı. Sabra ve Şatilla’da katledilen 991 kişiden yalnızca 328′inin kimliği tespit edilebild
 
.





15-16 Eylül tarihindeki katliamın etkileri uzun süre unutulmadı, olaydan 26 yıl sonra saldırı filmlere konu oldu. Beyrut'ta 1 yıl önce düzenlenen hava saldırısında da 300 kişi yaşamını yitirmişti.











Mescid-i Aksa kavgasına tutuşan Yahudiler ve Filistinliler arasında çıkan olaylarda İsrail ordusu Filistinlilere ateş açtı, 30 Filistinli hayatını kaybetti.









Yıl 1996. Lübnan'daki Kana mülteci kampına düzenlenen kanlı saldırıda çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 109 kişi can verdi.









Tarihin en büyük katliamlarından birini İsrail 2002 yılında Cenin'de işledi. Cenin'deki mülteci kampına zırhlı birliklerle saldıran İsrail ordusu, 1300 sivili katletti.








2006'da İsrail yine sudan sebeplerle Lübnan'a savaş açtı, tam bir ay Lübnan'ı bombaladı. Savaşta binlerce sivil öldü, Beyrut tanınmaz hale geldi.








Ve tarihler 31 Mayıs 2010'u gösterirken İsrail Gazze'ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine havadan helikopterlerle indirme yaptı. İsrail askerleri silah kullandı, barış gönüllüsü en az 9 kişi hayatını kaybetti. Saldırı karşısında sadece Türkiye değil dünya şoke oldu.

Alıntı: ortakyaşam.org
Devamı...

Kimdir bu Ali Şeriati

0 yorum




Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de Mustafa İslamoğlu…
Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret ettiğini geçen sayımızda anlattık. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun.
Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahlûk, İslâm büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah:

1- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahü anhüm) hakkındaki iftiraları şöyle:
“Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.”
“Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317).
Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslâm’ın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslâm’ı, “şiarlar” ve İslâm rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlâkî bağı, İslâm’dan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslâm maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır. (s: 318)
2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali (Radıyallahü anh) aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir (Radıyallahü anh) Efendimiz’e şöyle dil uzatıyor:
“…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.”
“… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.”
Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş:
“Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.”
Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor:
“…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslâm’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321)
3- Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’a karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) olmak üzere Aşere-i Mübeşşere’den olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor:
“Ali’ye karşı beslenen kinler.”
4- Sıra geliyor Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’ın üstünlüğünü açıklamayıp susmuş:
“Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”
Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i suçlamaya devam ediyor:
“Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?”
“…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322)
Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı?
5- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın:
Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını, câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur. (s: 323)

6- Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323)
Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç!

7- Resulüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor:
“Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324)
Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh); “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (Radıyallahü anh) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de; “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir.

8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini yazıyor:
“Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem…” (s: 329)
Hâşâ, Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor. 
9- Hazreti Ömer’in, Ashâb-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333) 
10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor:
“Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336)
Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta ısrar ediyor.
Değerli okuyucular!
Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım.
Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001…
4. sahifede
“Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor:
“Bu kitap, Şehid
Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.”
Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz.
1- Daha başta zehirini kusuyor. Diyor ki: “Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s: 8)
2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat: “Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9
Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan…
3- Müslümanları şöyle suçluyor: “Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11)
Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor.
4- Bakın hacda tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor:
“Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71)
Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır.
5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim:
a- Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor:
“Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş.
b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş.
c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış.
d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun. (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş.
e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. “ (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum.
f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59)
Altı çizili yerlere dikkat. g)
“.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67)
Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı!
Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor.
h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor.
i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme…




j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor: “Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106)
Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler. İbrahim (Aleyhisselâm) ile Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise, olsa olsa imansızlık alâmetidir.
k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor.
l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır.
m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129)
Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar.
6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince:
a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79)
Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar.
b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor
Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır…

c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor.
Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar.
d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor: “Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101)
Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük.
Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir.
f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135)
Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur.
g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146)
Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır.
h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146)
Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir.
i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147)
 

Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok.


 
7- Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor.

Meselâ:
Harun kelimesi 1 defa,
Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa,
Musa kelimesi 4 defa,
Ali kelimesi 5 defa,
Hüseyin kelimesi 6,
Hacer kelimesi 9 defa,
Muhammed kelimesi 10 defa,
Âdem kelimesi 21 defa,
İsmail kelimesi 90 defa,
İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir.
 
Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselâm” da yok…
 
 
 
 
 
Alıntı: Ali Eren
 
 
 
 
Devamı...

İnkılaplar İçin Asılan Alimleri Unutmadık!

0 yorum
  Dünya üzerinde gelişmiş ne kadar ülke mevcutsa bakınız hepsinde mutlaka inkılaplar ve ilerleme hareketleri yaşanmıştır. Meselâ Almanya’da 1920′li yılların başında yaşanan Eğitim alanındaki o müthiş devrim veya İtalya’da yaşanan Ağır Sanayi İnkılabı, Amerika’daki şehirleşme İnkılabı bu sosyal hareketlere örnek gösterilebilir. Dünyada bu mühim gelişmeler yaşanırken elbette Türkiye’de de devrimler yaşanıyordu. Hem de peş peşe. Avrupa’da yaşanan bu devrimlere karşılık bizde yaşanan devrimlerin ne olduğunu merak mı ediyorsunuz? O halde buyurun kısaca devrim tarihimiz; 25 Kasım 1925: Kıyafet devrimi. “Şapka iktisası” kanunlaştı. Eskiden giyilen başlık türlerini bırakın giymeyi, hakkında yazı yazmak bile yasaklandı.

30 Kasım 1925: Tekke, Zaviye ve türbeler kapatıldı.
 
26 Aralık 1925: Takvim ve Saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine 3. Papa Gregorius adına nispetle “Gregoryan takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi.
 
17 Şubat 1926: İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” adı verildi.
 
1 Mart 1926: İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” adı verildi. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı.
 
28 Mayıs 1927: Binalar üzerindeki tarihî kitabe ve tuğraların kazınması hakkında kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının kazınmış olan tuğrası buna mühim bir örnektir.
 
10 Nisan 1928: Lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi.
 
24 Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.
3 Ekim1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa bir milletin yazısı değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.
1 Ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı.
1 Nisan 1931: Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi. Bu devrimler, iktidarı ele geçiren zümrenin, toplumun devlet eliyle yeniden şekillendirme projesinin bir ürünüydü. İktidar, halkın geçmişiyle olan tüm bağlarını koparıp yepyeni bir sayfa açmak istiyordu. Ancak bu sayede halk nezdinde meşruiyet kazanacağını düşünüyordu. Avrupa karşısında “yenilmişlik psikolojisi”, devrimleri uygulayan kadronun bilinç altına motive eden en etkin unsurdu. Bu unsur, söz konusu kadronun kendine ait tüm değerlerden nefret etmesine yol açtı. Buna batıya ait değerlere hayranlığı da eklemek gerek. İşte devrimler, bu psikolojik arka planla yapıldılar. Devrimleri yapan kadro, kendine ait değerleri her gördüğünde “yenilgisini” hatırlıyordu. Bu onda öz değerlerine olan kini bir kat daha arttırıyordu. En sonunda bu süreç “kendinden nefret” noktasına varıp dayandı. Zaten devrimlere yönelik tepkiler karşısında devrimci kadronun uyguladığı şiddet ve kanlı uygulamalar, ancak böylesi bir psikoloji ile izah edilebilirdi. Söylemeye gerek yok ki, bütün bu devrimler halka rağmen yapıldı. Sadece bu ülkede değil, dünyanın neresinde olursa olsun, böylesi bir mühendislik projesi tepkiyle karşılanırdı. Tabiatıyla bu ülke insanı da, “tepeden adam etme” operasyonlarını tepkiyle karşıladı. Öncelikle böyle bir uygulama sosyoloji biliminin bulgularına aykırıydı. Kanunla, yasayla, sopayla, kurşunla bir halk kendi kültüründen bir çırpıda koparılıp bir başka kültüre eklemlenemezdi. Yani kendisi olmaktan çıkarılıp başkası yapılamazdı. Nitekim öyle de oldu. Anadolu insanı bu tepeden yürütülen mühendislik operasyonuna yer yer çok şiddetli tepkiler verdi. Halkın bu tepkileri hemen her zaman sivil itaatsizlik adı verilen türden tepkilerdi. Fakat her seferinde bu tepkiler silah zoruyla bastırıldı. Devrimlere yönelik her sivil tepki, devrimciler tarafından bir “isyan” olarak telakki edildi. Öyle telakki edildiği için de, şiddet yöntemiyle, kan dökerek bastırılma yoluna gidildi. Sivil tepkilere karşı en kanlı eylem “kıyafet devrimi” adı verilen şapka iktisası hakkındaki kanunun yürürlüğe girmesi ile başladı. Nitekim cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal 22 Ocak 1923′te Bursa’da; ” Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem (sağlam) olur, kansız inkılap ebedileştirilemez.” Demiştir. 
 
Bunun yanı sıra Harbiye marşında; “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” mısrası yer bulmuştur. Yine aynı şekilde Şapka İnkılabını tanıtmak için gittiği Kastamonu’da Mustafa Kemal, şapka giymek istemeyenleri kastederek; “Bu kadar yüksek ve önemli amaca ulaşabilmek için, gerekirse bazı kurbanlar verilir.” Demekten kendini almayacaklardır. Bu “yüksek ve önemli amaç”ın gerçekleşmesi, yurdun dört bir yanındaki onlarca insanın hayatına mâl olmuştu. Bundan ayrı olarak Beyoğlu’nda Hıristiyan nüfusa şapka dikmekle geçimini temin eden Yahudi ve Hıristiyan şapkacılar da bir anda zengin olmuş, şapka devrimi en çok onlara yaramıştı. Şimdilerin Ünlü Vakko’sunun eski sahipleri de şapka devriminin zengin ettiği gayr-i Müslimlerdendi. Çünkü o günlerin fiyatıyla bir şapka, bir aylık maaşa bedeldir. Bu müthiş devrimden sonra ülkede başta tüm memurlar olmak üzere vatandaşlar şapka giymeye, giymeyenler ise hapislere atılmaya veya asılmaya başlandı. Ülkede şapka ithalatı yüzünden ciddi bir ekonomik kriz yaşandı. O dönemi yaşayan Rıza Nur şöyle söyler; “Ekonomik olarak müthiş bir zarar. Milyonlarca lira dışarıya akıp gitti. Bundan da Yahudiler yararlandılar. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç Frank kıymeti olan bu şapkalar en aşağı on liraya (120 Frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara kâğıdı ile temizlenmiş kullanılmış şapkalardı.” Bir ülkenin vizyonunu bir anda genişleten bu müthiş şapka İnkılabını protesto etmek için ülkede isyanlar, olaylar çıkmadı değil. Meselâ;
Devamı...

Gül ve Berdimuhammedov park açtı

0 yorum



ANKARA Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Türkmenistan Devlet Başkanı Gurbanguli Berdimuhammedov Ankara Dikmen Vadisi'ndeki Türkmenistan Parkı ile Türkmen yazar, şair ve düşünür Mahtumkulu heykelinin açılışını yaptı.

Gül, Türkmenistan Parkı adı verilen Dikmen Vadisi 3. Etap'taki törende yaptığı konuşmada, Türkmenistan'ın 20 yıl önce bugün bağımsızlığını kazandığını ve Türkiye'nin bu ülkeyi ilk tanıyan ülkelerden olduğunu belirtti. İki ülke arasındaki ilişkilerin 20. yılında Türkmenistan Parkı'nda Berdimuhammedov ile bulunmaktan duyduğu memnuniyeti dile getiren Gül, parkın açılışında emeği geçen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'e teşekkür etti.
Gül, "Türkmenistan'ın, Türkiye'nin öz kardeşi olduğunu" vurgulayarak, parkın Türkmen ve Türk çocuklarıyla gençlerinin kardeşlik duygularını daha da pekiştireceğini söyledi.
Türk coğrafyasında çok büyük Türk devletleri olduğunu ifade eden Gül, "Farklı devletler de olsak hepimiz bir milletiz" dedi.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek de Türkmenistan'ın Türklerin ata yurdu olduğunu, bu nedenle iki ülke arasındaki ilişkilerin en üst seviyede olması gerektiğini söyledi. Türkiye ile Türkmenistan arasındaki kardeşliği pekiştirmek için Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta "Ankara günleri", Ankara'da da "Aşkabat günleri" düzenlemeyi istediklerini dile getiren Gökçek, bu tür etkinliklerin iki ülkenin muhabbetini artıracağını ifade etti.
Daha sonra Gül ve Berdimuhammedov, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek ile heykelin açılışını gerçekleştirdi.

 
 
 
 
 
 
Kaynak: Anadolu Ajansı
 

 
 
 
 
Kaynak : http://www.haber3.com
Devamı...

Türkiye'nin En Büyük Atatürk Heykeli Tamamlandı

0 yorum




Yaklaşık bir yıldır inşaatı süren Türkiye'nin en büyük Atatürk heykeli ve heykeller türünde ise dünyanın en büyük üçüncü heykeli olan Atatürk Heykeli tamamlandı.
Türkiye'nin en büyük Atatürk heykelinin yapımı devam eden 22 metre yüksekliğinde ve 60 ton ağırlığındaki heykelin tüm kısımları tamamlandı. Ata Tepe'de yerleştirilen heykelin vernikleme işlemi tamamlandıktan sonra 7 Mart 2012 günü açılışı gerçekleştirilecek.
Yapımında yaklaşık 100 kişinin çalıştığı heykel için bir yıllık yoğun bir çalışma gerçekleştirildi. Atatepe'ye konuşlandırılan Atatürk Heykelinin kendi maliyeti yaklaşık bir buçuk milyon dolar. Sıtkı Kahvecioğlu Vakfı tarafından vakfın kurucusu Sıtkı Kahvecioğlu tarafından yaptırılan heykel Artvin'e ve Türkiye'ye önemli dereceler kazandıracak.
Atatürk'ün Afyon Dumlupınar'da kayaların üzerinde yürüdüğü anın resmedildiği heykel Türkiye'nin en büyük Atatürk heykeli konumunda.
Heykeli yaptıran Sıtkı Kahvecioğlu Vakfı Başkanı Sıtkı Kahvecioğlu, "Eşimle gezilerimiz sırasında diğer ülkedeki önderlerin dev heykellerini görmüştüm. Bundan esinlenerek ben de Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk`ün heykelini yapma kararı aldım. Bunu da gerçekleştirdim" dedi.
Tasarımı ve imalatı Tiflis Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Jumber Jikia tarafından gerçekleştirilen heykelin parçaları, yaklaşık bir yıldır parça parça yerine yerleştirildi. Ardeşenli Moral Demir ve İstanbul'daki Karma Metal şirketlerinin çelik kısmının kesimi ve montajını gerçekleştirdiği heykelin yapımında Farklı şirketlerden toplam 100 kişi çeşitli aşamalarda görev aldı.
Vakıf Genel Müdürü Emrullah Saraç ise "Ata Tepe mevkisinde yapılan bu heykel 22 metrelik olup, alt bölümünde 500 metrekare kafeterya ve seyir terası bulunacak. Ayrıca heykelin yanında 60 metre direk uzunluğuna sahip 216 metrekarelik bir Türk bayrağının dalgalanacak. Heykelin bulunduğu tesiste okçuluk ve silah atışlarının yapılacağı 4 katlı poligon binamız da yer alacak. Yaklaşık 4 milyon TL`ye mal olacak heykel ve çevresindeki tesisler sayesinde Artvin`e gelen turist sayısında da artış olacaktır. Bu Sıtkı
beyin en büyük temennisindir. Heykelin açılışını ve ilimizin artık Ata Tepe ile anılmasını istiyoruz. Pek çok ilkleri hudutlarında bulunan Artvin'e yakıştığını düşünüyoruz. Vakıf tarafından yapılan Türk Bayrağımızın açılışı 7 Mart tarihine denk gelmişti. Sıtkı Bey'in doğum günü de 7 Mart tarihine denk geliyor. Artvin'imizin düşman işgalinden kurtuluşunun yıl dönümü de 7 Mart tarihine denk geliyor. Bu yüzden açılışı 7 Mart 2012 tarihine denk getireceğiz. Muhteşem bir etkinlikle açılışı gerçekleştireceğiz.
Ülkemize ve ilimize hayırlı olsun" diye konuştu
Artvin'in en görünen kısmı olan ve Genya Dağı'nın eteğindeki Ata Tepe'ye inşa edilen 7,5 dönüm araziye kurulan Heykelin konsiksiyonuna 52 adet altı metre boyundaki toplam ard ve imalatı Tiflis Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.ğırlığı 50 ton olan ve İstanbul'da inşa edilen boru yerleştirildi. CNC makinede üretilen borular çelik konsiksiyon şekliyle özel taşıma araçları ile Ata Tepe'ye çıkarıldı ve burada sürdürülen çalışma ile Atatepe'ye monte edildi. Atatürk'ün Büyük Taarruz Zaferi öncesinde Afyon
Kocatepe'deki duruşunu simgeleyen görüntünün heykelleştirildiği heykel için toplam bin 480 parça kullanıldı. Çelik konsiksiyon için önce hesaplamalar yapıldı. Ardeşen'de faaliyette bulunan Moral Demir ile iş anlaşması gerçekleştirildi. Bu şirkette İstanbul'daki Karma Metal ile anlaştı. Çelik konsiksiyonun kesilmesi, hazırlanması ve montajı bu iki firma tarafından yapıldı. Heykelin ayak kısmına yaklaşık 200 metre küp beton döküldü. 50 Ton Çelik boru ve 10 Ton Bakır kullanıldı. Yaklaşık bir yıldır montajı
devam eden proje için 2003 yılından beri çalışmalar yürütülüyordu. Heykelin tek başına maliyeti ise yaklaşık 1.5 milyon dolar. Yapımında Karma Metal, Moral Demir, Serap Mimarlık, Tiflis Üniversitesi öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr. Jumber Jikia ve Sıtkı Kahvecioğlu Vakfı personelleri olmak üzere projenin yapımında toplam 100 kişilik bir ekibin emeği geçti.
Atatürk heykelinin montajı için oldukça zor şartlar denendi. Bacak ağırlığı 19 ton, gövde ağırlığı 18 ton ve kafa ağırlığı 9 ton olan 3 parçadan oluşan ve destekleyici parçalar ile birlikte şuanda toplam 50 ton ağırlığındaki heykel monte edildi. Çelik konsiksiyon dev Atatürk heykelinin yerine yerleştirilmesi için 18 metre uzunluğunda 75 ton ağırlığında 112 metreye kadar uzana bilen vinç ile 12 metre uzunluğunda 63 ton ağırlığında 44 metreye kadar uzanan ikinci bir vinç daha kullanılıyor. Rize ilinden
kiralanan 18 metre uzunluğuna ki vinç Rize'den Artvin'e 3 saate getirilirken Artvin ilinin girişinden Atatürk heykelinin bulunduğu bölge Atatepeye (9 km) 13 saatte geldi. Mahalle aralarında ki dar sokaklardan ve ormanlık alandaki dar yollardan geçen vinç dev parçaları monta edilmesi için kullanılıyor.
Atatürk heykeli projesine ek olarak atış poligonu ve çevre düzenlemelerinin de kurulmasıyla birlikte Ata Tepe projesinin 2014 yılında tamamlanması hedefleniyor. 7 Mart 2012 tarihinde açılması planlanan Atatepe projesinde Atatürk anıtı, Türk bayrağı, 500 metre kare Kafeterya, Çay Bahçesi, Çocuk Parkı, Avrupa Standartlarında 18 kulvarlı Atış Poligonu, otopark yer alacak. Projenin peyzaj çalışmaları sürerken, açılış ile birlikte ilimize önemli oranda turist kazandırması bekleniyor.


TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK ATATÜRK HEYKELİ TAMAMLANDI

 
 
 
 
 
Kaynak: İhlas Haber Ajansı

 
 
 
 
 
Kaynak : http://www.haber3.com
Devamı...

Menemen’de tam olarak ne olmuştu

0 yorum
Bazı konularda kalem oynatmak zordur. Çünkü bu konularla ilgili olarak doğru ya da yanlış ‘kaziye-i muhkemeler’ oluşmuştur ve tekrarı anlamsız ya da sıkıntılıdır…
Menemen Vakası da zor konulardan birisidir. 1930 Yılı Aralık Ayı’nın 23’ü sabahı, İzmir’in Menemen İlçesi’nde, sabah namazı sonrası birkaç saat içerisinde gerçekleşmiş bir olaydır bu ve o günden beri konuşulur, tartışılır…
1930 Yılı Aralık Ayı’nın 23’ü, sabah namazından sonraki birkaç saat içerisinde, İzmir’in Menemen İlçesi’nde tam olarak ne olmuştur peki?..
Bunca yıl geçtikten sonra bu sorunun cevabı aslında net ve açık olmalıdır değil mi? Çünkü meydana geldiği zaman ortalığı ciddi şekilde karıştıran, bölgede sıkıyönetim ilan edilmesine sebep olan ve o günden sonra Menemen’in ve Menemenlinin üzerine neredeyse kabus gibi çöken; dahası yıllardır anlatılagelmekte olan bir olaydan bahsediyoruz.
Menemen Vakası, kısaca: 23 Aralık 1930 sabah saatlerinde, esrarkeş oldukları kesin olan 6 kişinin (Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet, Emrullah oğlu Mehmet Emin, nalıncı Hasan ve Ali oğlu Hasan); 8 ya da 10 kişinin sabah namazı cemaati olarak bulunduğu Müftü Camii’ne girerek, üzerinde kelime-i tevhid ve Fetih Suresinden bazı ayetler yazılı olan yeşil bir sancağı alması ve Derviş Mehmet’in belediye meydanında merakla çevrelerini sarmaya başlayan insanlara; kendisinin mehdi olduğunu, Menemen’in 70 bin kişilik bir ordu tarafından sarıldığını söylemesi ile başlar.
Esrarkeş mürteciler!..
Meydana dikilen sancak, etrafında dönüp duran bir grup ve sabah sabah bu tuhaflığı şaşkınlıkla seyreden insanlar. Olayı görüp yaklaşan Jandarma Bölük Komutanı Yüzbaşı Fahri Bey ne olduğunu sorar, derviş Mehmet ona, ‘Ben Mehdi’yim bana kimse karışamaz’ der. Bunun üzerine kalabalığın yanından ayrılan Yüzbaşı Fahri Bey, durumu telefonla Alaya haber verir. Sonrasında Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, beraberinde bir takım askerle, olay mahalline gelir. Kubilay, ellerinde çakaralmaz bir tüfekle ortalığı karıştıranların üzerine yürüyüp ikisinin kafasını birbirine vurur. Bu arada gruptan birinin elinde bulunan tüfekle yaralanır, kendisiyle beraber gelen ve yanlarında mermi bulunmayan askerler etrafa dağılır; Kubilay yaralı halde kaçmaya çalışırken, öldürülür. Bu arada Alaydan yetişen askerler makineli tüfekle ateş açarak Mehmet’lerden üçünü (Derviş Mehmed, Şamdan Mehmed, Sütçü Mehmed) öldürüp, birini (Emrullah oğlu Mehmed) yaralar. İki Hasan ise karambolde kaçar ve daha sonra Manisa’da yakalanırlar. Olaylar sırasında Şevki ve Hasan isimli iki bekçi de ölmüştür.
6 Kişilik irticai kalkışma!..
Menemen Vakası dediğimiz şey; hepi topu 6 kişinin, Menemen’de bir sabah vakti giriştikleri bir olaydır ve hülasa ettiğimiz bu tabloyla alakalı olarak 75 senedir yazılıp çizilenler de, ana hatları bu olan çerçevenin biraz genişletilmesi ve süslenmesinden ibarettir.
Olayların ardından Menemen, Manisa ve Balıkesir’de sıkıyönetim ilan edilir ve Divan-ı Harp kurulur. Menemen olayına sebep olan 6 kişinin Manisa’dan başlayıp Menemen’e kadar süren yolculukları sırasında geçtikleri ve uğradıkları yerlerden insanlar tutuklanır. Menemen’de olay sırasında orada bulunanlardan bazıları da tutuklanır.
Menemen olayları ile alakalı tutuklamalar, İstanbul’a, Konya’ya hatta başka bazı yerlere uzanır ve 6 esrarkeşin sebep olduğu bu olay irticai bir kalkışma olarak lanse edilmeye başlanır.
General Mustafa Muğlalı’nın başkanlığında kurulan Divan-ı Harp, 2 hafta kadar süren duruşmalarda, 37 idam kararı alır. Bunlardan 9’unun yaşları küçük olduğu için değişik cezalara çevrilir ve 28’i infaz edilir. İdam edilenler, olaylara sebep olanlara sigara, ip satan ya da yolculukları sırasında görüştükleri insanlardır.
1930 senesinin 23 Aralığı sabahı Menemen’de meydana gelen bu olayın irticai bir kalkışma olduğu iddiası, yıllardan beridir tekrarlanır durur. Oysa olay; öncesi, meydana gelişi ve sonrası ile birçok bilinmeyeni barındırmakta ve irticai bir kalkışma olmaktan çok, bir tertip, bir tezgah olma ihtimali daha ağır basmaktadır.
Tekrarlayıp durmak yerine…
Esrarkeş 6 kişi ile irticai kalkışma olmayacağı; böyle bir girişime niyetlenilse bile bunun için Menemen’in düşünülebilecek en son yer olacağı bir kenara, 1930 senesi Aralık Ayının ve Menemen’in başka özelliklerinin bu olay için sebep teşkil etmesi kuvvetle muhtemeldir.
Bizzat Atatürk tarafından kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın İzmir ve havalisinde beklenmeyen bir ilgi görmesi ve bu arada Menemen’de belediye başkanlığı seçimini kazanması gibi gelişmelerin bu olaydaki rolünün ne olduğu ciddi şekilde araştırılmaya muhtaçtır.
Konu uzun ve zor; yer ise az. Son söz ise şu: Menemen Vakası’nın irticai bir olay olduğu tezini sürekli olarak işleyip durmak yerine, Menemen’de hakikaten ne olduğunun, tarihin objektif kriterleriyle araştırılıp ortaya konulmasının zamanı gelmiş ve geçmektedir.

Ekrem KIZILTAŞ
26.12.2005 Milli Gazete




Arşiv Belgeleri
Devamı...
 
Copyright 2011 @ BİLGİN İNSAN!